Donald Trump’ın tartışmalı biçimde sona eren ilk döneminin (2016-2020) ardından ikinci başkanlık dönemine daha net bir program ve kadro hazırlığı ile başlayacağı tahmin ediliyordu, ancak 20 Ocaktaki yemin töreninden itibaren başlayan “Trump 2.0 Kasırgası” tüm gözlemcileri şaşkınlığa sürükledi. Bu yazıda, ikinci Trump iktidarının temsil ettiği ideoloji ve çıkarlar çerçevesinde yapmayı planladığı değişikliklerin ABD iç ve dış politikası ve dünya için sonuçlarını tartışmayı amaçlıyoruz. İddiamız, Trump’ın icraatlarının hem iç hem de dış politika açısından Amerika’da ‘Büyük Devlet’e (Big Government) dayalı düzenin sonunu getireceği ve bunun da dünyayı hegemonya sonrası yeni bir döneme sürükleyeceğidir. Bu kapsamlı iddiayı açmak ve tarihsel olarak örneklendirmek için de birbiriyle uzaktan akraba iki ABD Başkanının, Franklin Delano Roosevelt (1933-1945) ve Theodore Roosevelt’in (1901-1909) dönemlerine değineceğiz.
I. FDR ve “Yeni Düzen”
Trump’ın ilk yüz günlük performansı tarihsel açıdan en çok Franklin Delano Roosevelt’in (FDR) ilk yüz günü ile kıyaslanabilir. Aslına bakılırsa FDR, ABD başkanlarının erken başarı kriterlerinden biri olan “İlk Yüz Gün” kavramının da mimarıdır. Bunun nedenini anlamak için, FDR’ın hangi koşullar altında iktidara geldiğine bir göz atmamız gerekir: FDR, 1932 seçimlerini iktidardaki Cumhuriyetçi Başkan Herbert Hoover’ın 1929’da başlayan Büyük Ekonomik Buhrana çözüm getirmek konusundaki başarısızlığı sonucu kazanmıştır. 1920’ler boyunca Warren Harding ile başlayıp Calvin Coolidge ile süren Cumhuriyetçi Yükseliş (Republican Ascendancy) döneminin üçüncü ve son başkanı olan Hoover, iktidarı devraldığı yıl (Ekim 1929) patlayan borsa krizi ve ardından gelen Büyük (Ekonomik) Buhran karşısında klasik liberal reçetelere bel bağlamış ve Büyük Buhranın ABD’yi kasıp kavurduğu 1929-1932 döneminde krize devlet eliyle müdahale etmeyi reddetmiştir. Ekonomide daralan talebi ülke içindeki mallara yöneltmek için 1930 Haziranında Kongreden geçirilen Smoot-Hawley Gümrük Kanunu, ABD’ye ithal edilen Latin Amerika ve Avrupa mallarına yüksek gümrük vergileri koymuştur. Ancak diğer ülkelerin misilleme olarak Amerikan mallarına koyduğu gümrük vergileri hem uluslararası ticareti sekteye uğratıp Büyük Buhranın küreselleşmesine yol açarken, hem de talebi daha da daraltarak zaten krizdeki ABD ekonomisine yeni bir darbe vurmuştur. Başkan Hoover, çıkarlarını temsil ettiği büyük sermayeye vergi imtiyazları tanırken topraklarını kaybeden küçük toprak sahibi çiftçiye, işini kaybeden işçiye, esnafa ve birikimlerini kaybeden orta sınıfa yardım etmekten kaçınmıştır. Öyle ki, federal hükumet açlıktan telef olan çiftlik hayvanlarına yardım için fon ayırmış, ancak evlerini ve işlerini kaybedip yol kenarlarında ve tarlalarda kurulan derme-çatma kamplarda yaşayan, aç ve işsiz milyonlarca Amerikalıya yardım etmemiştir.
1932 seçimlerini açık farkla kazanan Demokrat başkan adayı FDR, Hoover’in aksine serbest piyasa ekonomisinin yarattığı krizin tek çözümünün, devletin düzenleyici ve yeniden dağıtıcı rolü olduğuna inanıyordu. Kuracağı “Amerikan Halkı İçin Yeni Düzen” (New Deal for the American People ya da kısaca New Deal), federal hükumetin, borsa krizinin sorumlusu olan finans sektörü başta olmak üzere sermaye üzerinde sınırlayıcı ve düzenleyici bir rol üstlenmesini öngörüyordu. Yeni Düzende örgütlü işçi, çiftçi, esnaf ve tüketici örgütleri ekonomik yönetişim ve siyasetin önemli bir parçası haline gelecek; devlet asgari ücret ve insani çalışma koşullarının yanı sıra fırsat eşitliği, ırk ve cinsiyet ayrımı başta olmak üzere toplumsal eşitsizliklerin giderilmesinde aktif bir aktör haline gelecekti. Bu işlevleri üstlenebilmesi için devlet bürokrasisinin, yeni birimlerin kurulması ve personel istihdamı ile genişletilmesi ve yetkilerinin arttırılması gerekecekti (Big Government). Zengin toplum kesimlerine daha yüksek vergiler konularak elde edilen kaynak, hem bu genişletilmiş bürokrasiyi finanse edecek, hem de kamu hizmetleri ve fonları aracılığıyla toplumun fakir kesimlerine aktarılacaktı.
FDR’ın tesis etmeyi planladığı Yeni Düzen, hal-i hazırdaki müesses klasik liberal düzenin taraftarlarınca hiç de hoş karşılanmadı. Zira klasik liberal görüşe göre piyasanın görünmez eli, ekonomik kaynakların kendiliğinden en verimli biçimde dağıtılmasının tek yoludur. Serbest piyasa ekonomisinde krizler, mevsimsel fırtınalar gibi kaçınılmaz doğa olaylarıdır. Devletin vergilendirme, düzenleme (regülasyon) ve kamu mülkiyeti yoluyla toplumdaki servet dağılımına, özel mülkiyete ve sermaye-emek ilişkilerine müdahalesi, serbest piyasanın işleyişini bozar ve dolayısıyla verimli kaynak dağılımına engel olur. Fakirlik, bir toplumsal adalet ve fırsat eşitliği sorunu olmaktan ziyade fakirlerin kişisel (Ya da özellikle beyaz olmayanlar söz konusu olduğunda ırksal) yetenek ve azim eksikliklerinin bir sonucudur. Devletin zengin, yani gerekli nitelik, yetenek ve azme sahip olup para kazanmış vatandaşlarından yüksek miktarlarda vergi alarak bu parayı ‘asalak’ bir alt sınıfa dağıtması sadece ekonomik açıdan değil ahlaki açıdan da yanlıştır. Daha sonra neoliberalizmin babalarından Friedrich von Hayek’in de iddia edeceği üzere, böyle bir amaç için kurulacak yeniden dağıtımcı bir Büyük Devlet (Big Government) halkın siyasal özgürlüğünü de elinden alacak bir güce sahip olacaktır ve bu nedenle demokratik açıdan da sakıncalıdır.
FDR görevi devraldığı 1933 Mart’ından başlayarak bir kararname ve kanun tasarısı fırtınası ile Yeni Düzen’in temellerini atarken muhalifleri, özellikle Amerikan Kongresinde ve o dönemin kitle iletişim aracı olan radyo ve gazetelerde hoşnutsuzluklarını yüksek sesle dile getiriyorlardı. Bu muhalefet işi, 1935 itibariyle Yeni Düzeni engellemek için askeri bir darbe girişimini finanse etmeye kadar vardıracaktı. 1937’de kurulan Muhafazakar Koalisyonun yegane amacı, Yeni Düzenin daha kapsamlı bir biçimde uygulanmasını engellemekti. Buna karşılık FDR’ın tavrı da aynı ölçüde sert ve ödünsüz olmuş ve Kongreyi, Yeni Düzeni tesis edecek kanunları geçirmezse olağanüstü hal ilan ederek Avrupa’daki bazı örneklerde olduğu gibi diktatörlük yetkileri kullanmakla tehdit etmiştir. Göreve geldiğinde ülke çapında kapalı olan bankaları federal mevduat güvenceleri ile yeniden açılmaya zorlarken, halka radyo üzerinden Yeni Düzeni anlattığı ‘Şömine Başı Sohbetlerinin’ (Fireside Chats) ilkini de başlattı. 1933’ten 1944’e dek yayınlanan 30 Şömine Başı Sohbeti ile FDR, muhafazakar muhaliflerinin kontrolündeki medyada ve halk arasında yayılan olumsuz ve yanlış bilgilere doğrudan yanıt vermeyi amaçlıyordu. FDR sadece kitle iletişim araçları üzerinden değil, Doğu Kıyısı entelektüel ve akademik seçkinleri arasındaki taraftarları aracılığıyla da Amerikan siyasetini Yeni Düzen eksenine çekecekti.
FDR’ın dış politikası, büyük ölçüde iç politik ve ekonomik önceliklerine bağlıydı: Smoot-Hawley Kanunu ile inşa edilen gümrük duvarlarının Avrupa ve Latin Amerika’da yol açtığı ekonomik kriz ve buna bağlı olarak yükselen faşist rejimler kendisine hatırlatıldığında FDR, önceliklerinin ABD olduğunu ve dünyanın geri kalanı ile ancak ABD’de işler yoluna girdikten sonra ilgilenebileceklerini söyleyecekti. Dünyanın geri kalanı bu süre içerisinde Avrupa’da yükselen Nazizm ve Asya’da Japon militarizmi yüzünden İkinci Dünya Savaşına sürüklenmiştir. Savaşa ancak 1941 sonunda gerçekleşen Pearl Harbor saldırısı sonrası giren ABD, büyük ekonomik ve askeri kaynaklarını kullanarak Mihver Devletlerinin saldırganlığının önlenmesi ve ardından yenilmesinde baş rolü oynamıştır. Nitekim FDR, Churchill ve Stalin ile birlikte savaşı kazanan Birleşmiş Milletler koalisyonunun üç büyük liderinden biri olacak, Yeni Düzen çerçevesinde kurulan ‘Büyük Devlet’, günümüze dek uluslararası sistemde Amerikan hegemonyasının temelini oluşturacaktır. Bugün yaşayan tüm nesillerin bildiği; geniş yetkilere sahip ve çeşitli branşlarda uzman kadrolar istihdam eden federal hükumeti, büyük ordusu ve küresel çıkar ve ittifak ağları ile hegemon bir güç olan ABD, Yeni Düzenin sonucu olan bu Büyük Devletin üstüne inşa edilmiştir.
Amerikan ekonomik ve siyasal düzeni, aradan geçen seksen yılda en büyük değişiklikleri 1980’de başlayan neoliberal dönemde yaşamıştır. Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan liderliğinde iktidara gelen neoliberal ve neo-muhafazakar koalisyon, Keynesyen ekonomik modelin 1970’lerde girdiği krize yanıt olarak devletin yeniden dağıtıcı ve düzenleyici rolünde önemli kısıtlamalara gitmiştir. Bu çerçevede zenginlerin vergi yükünü azaltılmış, sendikaların yönetişimdeki rolünü daraltılmış, toplumsal eşitsizliğe karşı yürütülen kamu programları tırpanlanmıştır. Amerikan imalat sanayii, iş gücünün daha ucuz, vergilerin daha düşük ve çevre standartlarının daha zayıf olduğu Üçüncü Dünya ülkelerine kayarken Amerika birikim yerine borca dayalı bir ekonomiye geçmiştir. Devlete (ve hayat standardını korumaya çalışan orta sınıfa) başlıca borç veren ise, artık fazla vergi ödemeyen, finansal spekülasyon ve denizaşırı imalat sayesinde karlılıkları artan zenginler olmuştur.
Tarihsel olarak neoliberal dönüşüm, FDR’ın Yeni Düzeninin de temeli olan Keynesyen ekonominin sonu olarak görülür. Bu doğru olmakla beraber neoliberal dönüşüm, Amerika’da federal hükumetin boyutunu radikal biçimde küçültmemiştir. Üstelik, fakir ve orta sınıf halka karşı serbest piyasanın erdemlerini ideolojik bir katılıkla savunan neoliberaller, iş kendi yaptığı spekülasyon nedeniyle batan yatırım bankalarını kurtarmaya, ya da zenginlere vergi affına gelince devleti bir yeniden dağıtıcı ve düzenleyici araç olarak kullanmaya devam etmekten çekinmemişlerdir. Trump’ın (ve onun onayıyla kurulan Hükumet Verimlilik Birimi DOGE’ın başına geçen Elon Musk’ın) önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır: Trump Yeni Düzen ile kurulan ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan hegemonyasının temelini oluşturan Büyük Devleti kendisinden önce gelen neoliberal iktidarlardan çok daha radikal biçimde tırpanlamayı amaçlamaktadır. Bu anlamda ‘Big Government’ın ortadan kalkması, ABD’nin içeride ve dışarıda klasik liberalizm dönemine geri dönmesi ile sonuçlanacaktır. Tıpkı Yeni Düzenin tesis edildiği 1930’larda olduğu gibi bugün de müesses nizamdan nemalanan ABD zenginleri, uzun zaman bu dönüşüme direndi ve ana akım (Merkez sağ ve merkez sol) siyasete destek vererek müesses nizamın devamını sağlamaya çalıştı. Bu müesses nizam, yukarıda değindiğimiz üzere 1980’den sonra dönüştüğü ”Sana kapitalist bana devletçi” iki yüzlü yapısıyla içeride ve dışarıda sermayeyi kollayan bir Büyük Devleti sürdürürken, faturayı da giderek artan kamu ve hane halkı borcu üzerinden Amerikan orta ve alt sınıflarının omuzlarına yüklemektedir. Nitekim Trump 2016 seçimlerinde, 2008 Finansal Krizi sonrasında müesses nizamın iki yüzlü yapısına geniş halk kesimlerinde doğan tepkiden güç alarak iktidara gelmiştir. Demokratlar, Obama (2008-2016) ve ardından Biden (2020-2024) iktidarları boyunca düzeni değiştirmek için ellerine geçen önemli fırsatları kullan(a)mayınca, 2024 seçimlerinde Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesi kaçınılmaz olmuştur. Trump’ın Amerikan müesses nizamının krizine çözüm reçetesi, içeride müesses nizamdan nemalanan büyük şirketleri kayıran, dışarıdaysa Amerikan hegemonyası ile tesis edilmiş ‘kurallara dayalı uluslarararası sistem’in temelini oluşturan Büyük Devleti tırpanlamaktır. Bu sayede ABD, yeniden klasik liberal dönemdeki (Yani 20. Yüzyılın başındaki) iç ve dış özelliklerine kavuşacaktır.
II. Trump ve Müesses Nizamın Cenazesi
Müesses nizama karşı verdiği mücadelede Trump’ın FDR’nin aksine elinde çok daha fazla araç var: Seçmenleri ve kendisine kulak veren geniş kitleler ile iletişimini sadece şömine başı sohbetleriyle değil, çok geniş bir alternatif medya ve podcast ağıyla sağlıyor. Steve Bannon, Joe Rogan, Charlie Kirk gibi özellikle sistemden umudunu kesmiş, müesses nizama tepkili gençlerin, orta yaş beyaz erkeklerin izlediği kişilerle organik bir bağ kurarak halkın öfkesini hem diri tutuyor hem de şimdiye kadar imzaladığı 89 başkanlık kararnamesinin içeriğini, arka planını ve bu kararnameler eşliğinde şekillenen geleceği somutlaştırıyor. Nitekim FDR’nin müesses nizama karşı verdiği mücadele, muhafazakarların kontrolündeki Yüksek Mahkeme ve özellikle yargıya müdahalelerine tepkili kendi partisindeki iç muhalefet ile sınırlandırılmıştı. FDR’nin Yüksek Mahkeme’nin yargıç sayısını özel bir yasa ile arttırıp mahkemeye kendi ideolojisine yakın yargıçları ataması, yani “court-packing” ile yargıya siyasi bir saikle müdahale etmesi engellenmişti. Trump’ın ise böyle bir derdi yok. Zira Yüksek Mahkeme’nin 9 yargıcından 6’sı halihazırda muhafazakarlardan oluşuyor. Bunların 3’ünü Trump 2016-2020 arasındaki birinci döneminde atadı. Yüksek Mahkeme her ne kadar bu yapısına rağmen USAID’in 2 milyar dolarlık fon kesintisinin durdurulması gibi muhalif kararlar verme potansiyeline sahip olsa da, en kritik konularda muhafazakar yargıçların Trump’ın önüne büyük engeller koyması düşük bir ihtimal. Ek olarak, acıdır ki 1930’larda FDR’ı sınırlandıran tipte bir “parti içi demokrasiden” 2020’lerin Cunhuriyetçi Partisinde bahsetmek güç. ABD’nin başkanlık sisteminde özellikle yasama ve yürütme erkleri arasındaki kuvvetler ayrılığını tesis eden ve böylece yasamanın yürütme üzerinde etkin bir denetim kurmasını sağlayan parti içi demokrasi geleneği, Elon Musk tarafından “hacklenmiş” durumda. Trump Amerikası’nın yargı, yasama ve yürütmeden sonra dördüncü kuvveti olan Elon Musk; Trump’ı eleştiren, yasalarını desteklemeyen, karşı çıkan bütün Cumhuriyetçileri, siyasi kariyerlerini bitirmekle ve siyasi arenadan tasfiye etmekle tehdit ediyor. Trump’a karşı çıkan Cumhuriyetçiler 2026’da düzenlenecek ara seçimlerdeki önseçim sürecinde Elon Musk ve milyon dolarları tarafından desteklenen radikal Trumpçılarla karşılaşmaktan korkuyor, en radikal çıkışlarında dahi ses çıkarmadan Trump’ın yanında hizalanıyorlar.
Trump hem müesses nizama karşı halkın öfkesini mobilize ederek geçmişin aksine sadece beyazlardan değil, Hispaniklerden, siyahlardan, gençlerden aldığı büyük destekle, New York, Chicago gibi Demokratların kalelerinde arttırdığı oy oranlarıyla ve bu öfkeyi seçim sonrasında dahi diri tutacak “sahici” iletişim ağıyla, hem de kendisinin elinde bulundurduğu (uzun vadeli olur mu olmaz mı bilemeyeceğimiz üzere şimdilik Elon Musk ile paylaştığı) yürütme erkinin karşısında “check and balances” (denge ve fren) mekanizmalarını neredeyse sıfırladığı için çok radikal hamleler yapabiliyor, kadın ve erkek tanımlarını bile kararname ile düzenlemeye, Meksika Körfezi’nin ismini değiştirip bu değişikliğe uymayan gazetecilerin Beyaz Saray erişimini kısıtlamaya yeltenebiliyor.
Trump’ın müesses nizamı bu kadar fütursuzca tahrip etmeye girişmesi ABD’de en azından şimdilik pek de büyük bir toplumsal muhalefet uyandırmamış görünüyor. Zira Demokratlar, Trump’ın yıktığı kurumları, kuralları ve teamülleri savunurken, bu kurumların ve müesses nizamın ülkenin temel sorunlarına çözüm bulamadığı için halkın öfkesinin odağı olduğunu, Trump’ın da tam olarak bu kurumlar işlemediği için halkın öfkesinin üzerinde sörf yaparak Beyaz Saray’a yükseldiğinin henüz farkında değil. “USAID kapatılmamalı” pankartları, USAID’in yükselen enflasyon, Amerikalı askerlerin canlarıyla, vergi mükelleflerinin paralarıyla dahil olduğu küresel sorunların artması karşısında nasıl bir çözüm olduğunu, işsizliğe, gelir adaletsizliğine nasıl çare bulduğunu anlatmadıkça Trump’ın öfkeyi bu tür kurumlara yöneltip bu kurumları tasfiye etmesi en azından gündelik hayatta gümrük vergisi savaşlarının neden olabileceği gibi olumsuz bir etki doğurmadıkça “göz yumulacak” ve “üzerine düşünülmeyecek” tali bir meseleye dönüşüyor. Bu sarmalın neticesinde de Trump, iki Roosevelt arasında bildiğimiz anlamda Amerikan müesses nizamının cenaze namazını gürültücü ve kararlı bir cemaat eşliğinde kıldırıyor. Trump’ın geçen haftalarda Kongre ortak oturumunda yaptığı konuşma işte bu cenaze töreninin en sembolik anıydı: ABD anayasasına açıkça aykırı kararnamelere imza atan, federal mahkeme kararlarına uymamakta direnen Trump, yeni bir “Amerikan altın çağının” başladığını ilan etti ve bu Amerika’nın yeni kodlarını tanıttı. Sınır güvenliğinden, kaçak göçmenlerden bahsederken Hispanik sınır görevlilerini alkışlattı, polisleri överken polis olmak isteyen beyin kanseri hastası siyah bir çocuğu fahri Gizli Servis ajanı ilan etti, trans sporcuların kadın takımlarına alınmasının yasaklanması üzerinden kadın haklarının önemini vurguladı. İlk 43 gününün icraatlarını anlatırken seçim vaatlerini yerine getirdiğini duygusal bir bağ kurarak kendi seçmenine aktardı. Konuşmanın en önemli kısmı, Trump’ın kendisini ABD’nin kurucu başkanı George Washington ile karşılaştırması ve ondan daha iyi bir başkan olduğunu söylemesiydi. Trump elbette ABD’nin bağımsızlığını elde eden ve başkomutanlığı kurucu liderlikle aynı anda yürüten Washington’dan iyi bir başkan değil, ama bu kıyaslama pek haksız değil. Zira Trump, yasama, yürütme ve kısmen yargı üzerindeki hakimiyeti, Elon Musk’ın desteği ile ABD’nin temel kurucu ayarlarını yeniden kurguluyor, yasama-yürütme arasındaki dengeyi bozuyor, başkanlık makamını yeniden güçlendiriyor, bildiğimiz Amerika’yı baştan kurmaya çalışıyor.
III. Hegemonyadan Önce, Hegemonyadan Sonra: Theodore Roosevelt ve ‘Büyük Sopa Diplomasisi’
Trump ABD’de müesses nizamı ve onun temelini oluşturan Büyük Devleti yıkarsa bunun dünya politikası açısından da son derece dramatik sonuçları olacaktır. Zira Büyük Devlet, yukarıda da değindiğimiz üzere sadece içeride müesses nizamın değil, dışarıda da Amerikan hegemonyasının temelini oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve bugünlerde “kurallara dayalı uluslararası düzen” olarak anılan bu sistemin özünde, diğer büyük güçlere kıyasla çok daha fazla kabiliyete (capability) sahip olan ABD’nin bu kabiliyetleri büyük güçler arasında barışçıl ilişkilerin tesisi ve serbest ticaretin yaygınlaşması için kullanmasıdır. 20. Yüzyılın önemli bir kısmı boyunca ABD ulusal çıkarları, serbest ticaretin yaygınlaşması ile paralel gitmiştir. Zira ABD bu dönemde dünyanın en büyük sermaye ve imalat kapasitesine sahip; açık denizlerdeki ticaret rotalarını dünyanın en güçlü donanmasıyla kontrol eden ve kendi para birimini uluslararası ticaret para birimi haline getirmiş olan hegemon güçtür. Bu nedenle ABD ve müttefikleri arasında rıza ve karşılıklı çıkara dayalı bir işbirliği vardır. Ancak günümüzde ABD, imalat alanındaki üstünlüğünü Çin’e kaptırdığı için serbest ticaretin yaygınlaşmasından görece çıkarı azalmış, kurallara dayalı uluslararası düzenin sürmesi için harcadığı ekonomik, siyasi ve askeri kaynakların karşılığını alamaz hale gelmiştir. Bu koşullarda ABD için, artık kendisine fayda sağlamayan kurallara dayalı bir uluslararası düzeni sürdürmek yerine, kuralsızlaşmış bir uluslararası düzende küresel çıkarları olan bir büyük güç gibi davranarak halen sahip olduğu önemli askeri, ekonomik ve siyasi avantajlardan yararlanmak daha akılcıdır. İkinci Trump dönemi dış politikası, bu açıdan bakıldığı zaman daha mantıklı görünecektir.
Tarihsel olarak ABD’nin kuralsız ve çok kutuplu bir dünyada küresel çıkarları olan bir büyük güç gibi davrandığı son dönem, Birinci Dünya Savaşı öncesidir. Bu dönemde ABD, bir önceki yüzyıl boyunca sürdürdüğü izolasyon politikasından çıkmış ve Avrupalı koloni imparatorluklarının domine ettiği uluslararası sistemde alternatif bir büyük güç olarak kendini göstermiştir. Bu döneme damgasını vuran ABD başkanı da bir başka Roosevelt olan Theodore (Teddy) Roosevelt’tir.
Teddy Roosevelt de Trump gibi varlıklı bir aileden gelen bir New York’luydu ve New York Şehri Polis Komisyonu Başkanı olarak sert ve ödün vermez bir şöhrete sahipti. Çocukluğu boyunca boğuştuğu hastalıklardan yoğun fiziksel egzersizle kurtulmuş ve biyoloji okumuştu. Bu nedenle dönemin yaygın sosyal Darwinist düşüncelerinden etkilenen Teddy, kişisel hayat, siyaset ve uluslararası ilişkilerin de tıpkı doğa gibi en güçlünün ayakta kaldığı bir mücadele alanı olduğuna inanıyordu.
Theodore Roosevelt, kendisinden önceki başkan McKinley’in suikaste uğraması sonucu görevi devraldığı 1901’den 1909’a dek yönettiği ABD’yi, çıkar ve nüfuzu batı yarımküre ile sınırlı bir bölgesel güçten dünyanın Britanya ve Almanya’dan sonra üçüncü büyük donanmasına sahip, Küba ve Filipinler’de hakimiyet kurarak iki okyanusa yayılmış bir küresel büyük güce dönüştürmüştür. Buna paralel olarak Panama Kanal bölgesini Kolombiya’dan zorla kopartıp Panama Devletinin kurulmasına ve kanalın inşasına yön veren Teddy, Kongrenin itirazlarına ise “Kanalı aldım, Kongreyi de bıraktım tartışsın!” diyerek omuz silkmiştir. Guam, Porto Rico ve Filipinler’de üsler kuran Teddy, 1907 Aralığında on altı savaş gemisi ve çeşitli eşlik gemilerinden oluşan Büyük Beyaz Filoyu bir buçuk yıl sürecek bir dünya turuna çıkartmış ve tüm dünyaya Amerikan açık deniz gücünü sergilemiştir. ABD’nin çökmekte olan Britanya hegemonyasına Almanya’nın yanında açık bir meydan okuyucu olarak belirdiği bu dönemde Teddy Roosevelt, özellikle ABD’nin arka bahçesi olarak görülen Latin Amerika ülkelerine ABD çıkarlarını korumak için serbest biçimde müdahaleyi savunmuştur. Kendisinin en ünlü deyişlerinden biri olan “Yumuşak sesle konuş ve büyük bir sopa taşı” ifadesine atfen Teddy Roosevelt’in dış politika yaklaşımı, Büyük Sopa Diplomasisi olarak tanımlanır. Ancak Teddy sadece güce ve zora dayalı bir dış politika izlememiştir: Amerikan yükselişinin Britanya’ya bir tehdit oluşturmadığını göstermek için kapsamlı çabalar harcamış, açık kapı politikası çerçevesinde Çin, Rusya ve Japonya ile ticareti geliştirmeye çalışmıştır. 1906’da Birinci Fas Krizine müzakere yoluyla çözüm bulunması için müdahil olurken, Rus-Japon Savaşının sona erme sürecindeki rolü nedeniyle 1906 Nobel Barış Ödülüne layık görülmüştür. Teddy Roosevelt 1909’da görevi bıraktığında ABD, artık Avrupa koloni imparatorlukları gibi küresel bir büyük güç haline gelmiştir.
Trump yönetiminin iç ve dış politikadaki hamlelerini FDR ve Teddy Roosevelt’in tarihsel örnekleri çerçevesinde değerlendirdiğimizde güncel olarak bize çok şaşırtıcı gelen pek çok şeyin yerli yerine oturduğunu görüyoruz: Trump, tıpkı FDR gibi müesses nizamı yıkıp yeni bir düzen kurmak istiyor. Ancak FDR’ın aksine onun niyeti ABD’nin sorunlarını devlet müdahalesi ile çözmek değil, tam tersine FDR zamanından kalan Büyük Devleti tamamen tırpanlamak. Bunun paralelinde Trump, dış politikada da (tıpkı Teddy Roosevelt gibi) Amerika’yı, çıkarlarını sahip olduğu ekonomik, askeri ve siyasal kabiliyetlerle savunan bir büyük güç olarak konumlandırmak istiyor. Ancak Teddy’nin aksine, Trump’ın yönettiği ABD yükselen bir hegemon adayı değil, çöküşte olan bir hegemon güç. Dolayısıyla Trump, gelecekte ABD hegemonyasını -yeniden- tesis edebilmek için bugünkü ABD hegemonyasının temelini oluşturan Büyük Devleti ve kurallara dayalı uluslararası düzeni terk etmekten çekinmiyor. Eğer başarılı olursa, halen Çin ile ABD arasında giderek kapanan ekonomik farkı tekrar ABD lehine açabilecek ve ABD, hegemonyasını yeni koşullar altında yeniden tesis edebilecek. Başaramazsa, bir önceki yüzyılda çöken Britanya hegemonyası gibi ABD hegemonyasının çöküşü de, büyük güçler arasında genel savaşı gündeme getirecek ve Trump’ın agresif dış politikası bu ihtimali öne çekerek arttıracaktır.